Günlük yaşantımızda karşılaştığımız pek çok olguyu ister fiziki ister dijital alanlarda olsun
zihnimizde aşina olduğumuz kavramsal çerçevelere oturtmaya çalışırız. Bu, insanın
anlamlandırma ihtiyacının doğal bir sonucudur. Ancak toplumsal hafızamızın, sosyal, siyasal ve
ekonomik gelişmeler karşısında her zaman aynı hızla uyum sağlayamadığı da bir gerçektir. Yeni
bir durumu kavrayabilmek için çoğu zaman yönetenlerin ne düşündüğünü, hangi avantaj ya da
riskleri dikkate alarak karar aldığını çözmeye çalışırız.
Bugün kamu politikasının toplumda bıraktığı izlenimi ölçmenin sayısız yöntemi var: kamuoyu
yoklamaları, anketler, araştırmalar, referandumlar… Hepsinin ortak amacı, toplumun nabzını
tutmak. Ancak bir o kadar temel bir ihtiyaç daha var ki çoğu zaman göz ardı ediliyor: Kamuoyu,
devletin hangi koşullarda, hangi gerekçelerle politika ürettiğini bilme hakkına sahip. Yeterli
bilgilendirme yapılmadığında, bir politikanın savunusu da eleştirisi de manipülasyona açık hâle
geliyor; kamuoyu ise ister istemez bilgiyi en yüksek sesle aktaranların etkisi altına giriyor.
Böylece yüzyıllardır koruduğumuz “devlet aklı” ve “kamu yararı” gibi ilkesel değerler, bir anda
dar bir zümrenin yorumlarına sıkışabiliyor. Hakikatin yerini algının aldığı tam da bu anlarda,
toplumun yönetime duyduğu güven de kırılgan hâle geliyor.
Şimdi yönetim kavramını kısaca ele alalım ve temelde nasıl sınıflandırıldığını hatırlayalım…
Yönetimi kavramsal olarak ele aldığımızda, karşımıza yalnızca kurumsal bir yapı değil; toplum
adına karar alma sorumluluğunu taşıyan bir akıl çıkar. Bu akıl, kimi zaman kamuoyunun
göremediği çok katmanlı bir değerlendirme süreçleriyle çalışır. Devletin güvenliği, ekonomik
denge, uluslararası ilişkiler, toplumsal risk yönetimi ve kamu yararı gibi unsurlar aynı potada
tartılır. Dolayısıyla yönetim, çoğu kararında yalnızca bugünü değil, yarının muhtemel etkilerini
de hesaplamak zorundadır.
Ne var ki yönetimin kendi içinde rasyonel sayılabilecek bu süreçleri, her zaman kamuoyuna
aynı açıklıkla yansımayabilir. Toplumun önüne çıkan genellikle yalnızca kararın kendisidir; o
kararın neden alındığı, hangi verilere dayandığı veya hangi riskleri gözettiği çoğu zaman
belirsiz kalır. Bu belirsizlik, hakikatin üzerindeki sis perdesini de giderek kalınlaştırır.
Yönetim, aldığı kararın gerekçesini zamanında ve doğru biçimde aktarmadığında, oluşan
boşluğu başka aktörler doldurur. Bilgi eksikliği olan her alanda, algı kendine kolayca yer bulur.
Böyle bir ortamda kamuoyu, yönetimin hakikatine değil; en yüksek sesle dile getirilen
yorumlara, iddialara ve çoğu zaman kalıplaşmış kanaatlere yönelmeye başlar. İşte tam bu
noktada, hakikat ile algı arasındaki o sıkışmışlık hâli belirginleşir ve toplumsal güvenin
zeminini zayıflatır.
Bilgi akışının zayıf olduğu her dönemde, kamuoyunun yönünü belirleyen şey hakikatin kendisi
değil, hakikatin etrafında oluşturulan algıdır. Özellikle dijital çağda bu algıyı şekillendiren
aktörlerin sayısı hiç olmadığı kadar artmış durumda. Sosyal medya yorumcuları, popüler içerik
üreticileri, haber platformları, politik figürler ve hatta anonim hesaplar… Bir anlamda herkesin
kendi gerçeğini üretebildiği bir dönemden geçiyoruz.
Bu çoğulculuk ilk bakışta demokratik bir zenginlik gibi görünse de, bilgi ve veri temelli bir
filtreleme mekanizması olmadığında kamuoyunun zihninde karmaşaya dönüşüyor. Çünkü sesin
yüksekliği ile bilginin doğruluğu artık aynı kefede değerlendirilmiyor. Bir düşünce ne kadar çok
paylaşılıyor, ne kadar çok tekrar ediliyor ve ne kadar güçlü duygulara hitap ediyorsa, o ölçüde
“doğru” kabul edilebiliyor. Böyle bir atmosferde eleştiri ile manipülasyon, analiz ile
spekülasyon arasında ince bir çizgi kalıyor.
Algının bu kadar hızlı üretildiği bir ortamda kamuoyu, çoğu zaman kendisine sunulanı değil, en
çok duyulanı esas alıyor. Bu da toplumsal tartışmaların zemininin kaymasına, siyasi
kutuplaşmanın giderek daha keskinleşmesine ve yönetimle toplum arasındaki güven bağının
zayıflamasına yol açıyor. Çünkü hakikat sessiz, algı ise gürültülü bir yapıya sahip. Gürültü
çoğaldıkça, hakikat geri planda kalıyor.
Tüm bu sürecin en kritik etkisi, kamuoyunun giderek artan bir güven arayışı içinde kalmasıdır.
Modern toplumlarda bireyler yalnızca bilgiye değil, o bilginin kaynağına da güvenmek ister.
Yönetim ile toplum arasındaki ilişkiyi sağlam kılan da tam olarak bu güvendir. Ancak kararların
gerekçeleri yeterince açık şekilde paylaşılmadığında, kamuoyunun zihninde doğal olarak şu
soru belirir: “Kime inanmalıyım?”
Bu sorunun cevabı geciktikçe, boşluğu dolduran yine algı mekanizmaları olur. Yani kamuoyu,
bilginin kaynağından değil, bilgiye en hızlı ulaşabildiği mecralardan beslenmeye başlar. Bu
durum hem toplumsal tartışmaların seviyesini aşağı çeker hem de yönetimin aldığı kararların
meşruiyetini sorgulanır hâle getirir. Çünkü toplumun anlamlandıramadığı her politika, ister
istemez tartışmanın değil, kuşkunun konusu olur.
Bugün yaşadığımız birçok toplumsal gerilim, aslında hakikat ile algı arasındaki bu gerilimin bir
yansımasıdır. Yönetim kendi hakikatini zamanında ortaya koymadığında, kamuoyu sadece
duyduğunu değil, duymak istediğini de doğru kabul ediyor. Bu da kamu yararının etrafında
oluşması gereken ortak zemini aşındırıyor.
Oysa hatırlamamız gereken basit ama güçlü bir gerçek var: Güven, en çok şeffaflıkla beslenir.